HAYVAN HAKLARININ TARİHÇESİ
İnsanların hayvanlar hakkındaki düşünceleri uzun yıllar dini inançların ve Yunan filozoflarının etkisi altında kalmıştır. Her iki görüşte de hayvan türleri ve insan arasında temel bir benzerlik vardır, o da hayvanların insanların hizmetinde olduğu düşüncesidir.
Hayvan kullanımı Eski Roma ve Yunan uygarlıklarından daha önce başlamış, bundan sonraki çağlarda da insanlar doğanın hakimi oldukları düşüncesiyle hayvanlar üzerinde istedikleri uygulamaları yapmışlardır. Aristo, bütün hayvanların insanlar için yaratıldığını, Kant’ta, hayvanların kendi iradesi olmadığını ve dolayısıyla insanların yararına çalışan varlıklar olduğunu belirtmiştir Hayvanlar, eski çağlarda tıp biliminin bir aracı olarak kesilip deney yapılmak suretiyle kullanılmış ve insan doğası hayvanların bedenleri incelenerek anlaşılmaya çalışılmıştır.
Milattan önce 400’lü yıllarda yazılan Corpus Hippocraticum isimli tıp kitabında dahi yer yer hayvanların deneysel amaçlarla kullanımına yer verilmektedir. Yaklaşık olarak 18. yüzyıldan itibaren, hayvanlar üzerinde uygulanan deneysel tıp araştırmaları sonucu elde edilen tıbbi bulguların insanın sağlığı ve yaşam koşullarına katkıda bulunduğu fikri giderek artan oranda kabul görmeye başlamıştır. Tıptaki gelişmelerin hayvan deneylerinden elde edilen bulgulara bağlı olduğu fikri bu dönemde hakim olmuştur. (Zutphen, 2001) İşbu sebepten, hayvan haklarına ilişkin ilk hareketler ve hayvanları koruma girişimleri, hayvan deneyleri ve buna karşıtlık dolayısı ile olmuştur.
Deneylerde hayvan kullanılmasına karşı, dünyada farklı bölgelerde karşıt görüşler gelişmeye başlamış olup, 1875 yılında İngiltere’de, 1879’da Almanya’da, 1882’de Fransa’da ve 1883 yılında Amerika’da buna ilişkin anti-viviseksiyon dernekleri kurulmuştur. Bunlardan bazıları laboratuvar koşullarının geliştirilmesini isterken, bazıları ise hayvanların komple özgür bırakılmasını istemiştir Bu hareketler, yirminci yüzyılda da devam etmiş olup, bununla ilgili destekçiler arttığı gibi, araştırmalar da yoğunlaşmıştır.
Örneğin Charles Hume, insanların hayvanlara karşı davranışlarını sorgulamak üzere 1925 yılında Londra Üniversitesi’nde Hayvan Hakları Derneği Kurmuştur. Sonrasında bu dernek Hayvan Hakları Üniversiteler Federasyonu’na dönüşmüştür. Bu bakımdan insanların hayvanlara yaptığı muameleler hem tıbbi hem de ahlaki açıdan değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu sosyal hereketlenmelere paralel olarak, Batı ülkelerinde hayvan haklarına ilişkin yasal düzenlemeler de gelişmiştir. Bunlardan örnek vermek gerekirse: 1850 yılında Fransa’da kamuya açık yerlerde evcil hayvanlara kötü muamele yasaklanmış ve bununla ilgili bir kanun yapılmıştır.
1876 yılında İngiltere’de Hayvanlara Kabalık Yasası kabul edilerek, hayvan deneyleri ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır. 1933 yılında Almanya’da bir yasa yürürlüğe konularak, ilk kez hayvanların doğal bir varlık olduğu kabul edilmiş ve yalnızca bunun için korunması gerektiği kabul edilmiştir. 1966 yılında Amerika’da Hayvan Refahı Kanunu kabul edilmiş olup, bu kanun da genel olarak hayvanların kobay olarak veya gösteri hayvanı olarak kullanımına ilişkin düzenlemeler yapmıştır.
1970 yılından başlayarak, bu harekete diğer Avrupa ülkeleri de genel olarak katılarak mevzuatlarında hayvanların korunmasına yer vermişlerdir. Bütün bu gelişmeleri takiben UNESCO tarafından hayvanların maruz kaldıkları muameleler, özellikle doğal hukuk temelinde incelenerek Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi altında hayvanların olmazsa olmaz hakları sıralanmış ve 1978 yılında Fransa’da kabul edilmiştir. Bunu takiben 1986 ve 1987 yıllarında Avrupa Birliği içinde iki adet yönerge çıkarılmıştır. Hayvan hakları, insan harici hayvanların tümünün ya da bir kısmının kendilerine ait bir özerkliğe sahip oldukları ve acıdan kaçınma gibi temel çıkarlarının tıpkı insanların temel çıkarlarının korunduğu gibi korunması gerektiğini savunan fikirdir.
Hayvan hakları kavramı, insan harici hayvanların insan amaçlarına uygun düştüğü biçimde kullanılabilecek birer eşya olmadığı, kendi arzuları ve ihtiyaçları olan bireyler olarak muamele görmeleri gerektiği anlamına gelir. Pratikte bu, hayvanların insancıl muamele görmelerinin gerekli olması anlamına gelebileceği gibi, hayvanların tibbi ve kozmetik deneylerde kullanılmasının, eti ya da derisi için öldürülmesinin, eğlence için avlanmasının ve hayvancılık sektöründe hammadde ya da kaynak olarak kullanılmalarının hayvan hakkı ihlalleri olarak tanımlanması anlamına gelecektir.
Hayvan hakları savunucuları, bir türe (insan türüne) mensup olmanın tek başına ahlaki değerlendirmenin temeli olamayacağını öne sürerek, insan harici hayvanları ahlaki değerlendirmenin dışında bırakan önyargılı bakış açısını türcülük olarak adlandırmaktadır. Hayvan hakları kavramı, hayvanların insanlar tarafından kullanım şartlarında iyileştirmelere ve yasal bazı düzenlemelere gidilmesini öneren hayvan refahı kavramıyla karıştırılmamalıdır. Dünyadaki bazı kültürel geleneklerde de, örneğin Jainizm, Taoizm, Hinduizm, Budizm, Şinto ve Animizm, hayvanlara bazı haklar tanımaktadır.
Batıda ise John Locke (1632-1704) hayvanlara gereksiz yere zulmetmenin ahlaken yanlış olduğunu savunmuş, Immanuel Kant (1724-1804) ise hayvanlara yönelik zulm içeren davranışların insanı zalimleştireceğini ve diğer insanlara yönelik işlenebilecek şiddet eylemlerini kolaylaştırabileceğini öne sürmüştür. Yararcı felsefeci Jeremy Bentham (1748-1832) ise, bir kavram olarak haklara karşı çıkıyor olsa da, diğer varlıklara muamele etme biçimlerimizi belirleyen temel unsurun hissedebilirlik yetisi olması gerektiğini savunmuştur. Bentham, acı çekebilir olma yetisinin bu acıya eşit muameleyi gerekli kıldığını öne sürmüş, bir edimin ahlaki değerine karar verirken bu eylemden etkilenecek acı çekebilen her varlığın acısını dikkate almamız gerektiğini savunmuştur.
Bentham, 1789 yılında yazdığı kitabında bu görüşünü şöyle ifade etmiştir: Yetişkin bir at ya da köpek, ussal kapasitesi ve iletişim yetileri bakımından, bir günlük, bir haftalık, hatta bir aylık bir bebekle kıyaslanamayacak kadar gelişmiştir. Kaldı ki öyle olmadığını farz edelim, bunun ne önemi olurdu? Asıl soru, ‘akıl yürütebiliyorlar mı’ ya da ‘konuşabiliyorlar mı’ değil, “acı çekebiliyorlar mı’ sorusudur.
GÜNCEL FELSEFEDE HAYVAN HAKLARI
Günümüzde felsefede hayvanların ahlaki statüsüne ilişkin görüşler iki ayrı kaynaktan beslenmektedir; bunlar yararcı felsefe temelli görüşler ve hak temelli görüşlerdir. Yararcı görüşün temsilcisi Peter Singer’dır. Hak temelli görüşün temsilcileri ise Tom Regan ve Gary Francione’dur. Yararcı görüşler eylemlerin ahlaki statülerini tekil eylemin o eylemden etkilenebilecek herkes açısından sonuçları bağlamında yargılamayı savunurken, hak temelli görüşler ahlaki eylemlerin neticelerine göre değil belli ahlaki ilkelere göre değerlendirilmesi gerektiğini savunur.
Yararcı görüş, Jeremy Bentham’ın görüşlerine dayanmakla birlikte, hayvan etiği bağlamında özellikle Peter Singer’ın Hayvan Özgürleşmesi kitabıyla ön plana çıkmıştır. Bu kitapta savunulan görüşe göre, insan çıkarları ve hayvan çıkarlarının eşit gözetilmemesi için geçerli herhangi bir sebep yoktur. Bir fare de, bir insan da işkence görmemek ister. Öte yandan Singer, tıpkı öncüsü Bentham gibi haklar fikrini reddetmektedir. Singer’a göre, hayvanların geleceği tasavvur etme yetileri yoktur, bu sebeple bir hayvanı öldürmek, bu hayvanı herhangi bir çıkarından mahrum bırakmaz. Bu yüzden Singer’ın savunusu daha çok insanların hayvan kullanımları esnasında hayvanların koşullarını düzeltmeye odaklanmaktadır. Tom Regan, insan harici hayvanların bir yaşamın öznesi olduklarını ve bu sebeple haklara sahip olduklarını savunur.
Bu görüşe göre, insanlar ahlaki eylemlerin failleridir ve yaptıkları eylemlerden sorumludurlar. Bir yaşamın öznesi olan insanlar ve insan harici hayvanlar ise diğer kişilerin eylemlerinden öznel olarak zarar görebilir oldukları için ahlaki müteessirlerdir. Regan, bu kavramsallaştırmadan yola çıkarak, Kant felsefesinde bulunan ve Kant açısından sadece insanları kapsayan “hiç kimse bir başkasının araçlarının amacı olarak kullanılamaz” ilkesini insan harici hayvanlara da genişletmek gerektiğini savunmaktadır.
Bunun anlamı, hayvanlara yönelik muameleleri iyileştirmenin yeterli olmayacağı, olması gerekenin hayvanları insan amaçları için kullanmaktan vazgeçmek olduğudur. Gary Francione, insanların ve diğer hayvanların ortak olarak sahip olmaları gereken bir temel hakkın olduğu fikrini ortaya atmıştır. Bu hak “mal ve kaynak olarak kullanılmama hakkı” olarak tanımlanır. Francione’a göre hayvanlar açısından anlamlı herhangi bir değişim, toplumda ve yasalarda hayvanları insan mülkü olarak tanımlayan paradigmanın değişmesi ile mümkündür.
Hayvanların insan kullanımı ve mülkiyeti altındayken koşullarını iyileştirme üzerine kurulu hareketin ise asıl problemi görünmez hale getirdiğini öne süren Francione, hayvan hakları savunucuları için ahlaki temelin veganlık olduğunu savunmaktadır. Hayvanlar insan mülkü olarak görüldüğü müddetçe herhangi bir muamele, iyileştirme çabası mülk sahiplerinin çıkarları doğrultusunda gerçekleşecek, dolayısıyla her zaman sınırlı kalacak ve hayvanların mülk statüsünü pekiştirecektir. Bu yüzden hak savunucuları muameleleri iyileştirmeye değil, bu statüyü değiştirmeye odaklanmalı, bu sebeple öncelikle hayvanları kullanmayı kendi hayatlarından başlayarak sonlandırmalıdırlar.
HENRY SPIRA 20. YÜZYILIN EN ETKİN HAYVAN SAVUNUCULARI OLARAK BİLİNİYOR.
Özellikle tıbbi testlerde hayvanların kullanımının sınırlanmasına yönelik ilk başarılı kampanyaların mimarı olan Spira aynı zamanda çiftlik hayvanlarına daha insancıl muamele edilmesinin de önde gelen savunucularından oldu. Dünyadaki tüm kurbanların en savunmasızı olarak adlandırdığı hayvanlara olan ilgisi, arkadaşının kedisi Nina’ya bakmaya başlaması ve Avustralya’lı bir biyoetikçi olan Peter Singer’ın 1973 tarihli ‘’hayvan özgürleşmesi’’ makalesini okumasıyla başladı. Kendi deyimiyle; artık neden bir hayvana çatal ve bıçak saplarken diğerine sarıldığımızı merak etmeye başlamıştı. Spira, 1976 yılında Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nde kediler üzerinde yapılan testleri öğrenerek ilk kez hayvan testlerine karşı kampanyasını başlattı. 1977 yılında kampanyanın çok fazla destek almasıyla müze araştırmaları durdurma kararı aldı. Bu kararın ardından kampanya, hayvan hakları savunucuları tarafından hayvan testlerine son veren ilk kampanya olarak görüldü.
İki yıl sonra Spira önce Revlon’a ardından geri kalan tüm kozmetik endüstrisine, ürünlerin insanlar için ne kadar tahriş edici olduğunu anlamak için yapılan ve çok sayıda tavşanın kör olmasına sebep olan Draize testini yapmayı bırakmaları konusunda baskı oluşturmak için 400 gruptan oluşan bir koalisyon kurdu. Spira daha sonra hedefine bir defada verildiğinde test grubundaki hayvanların yarısını öldüren ve insanların kimyasallara maruz kalmalarındaki güvenli dozu belirleyen LD50 testini aldı.
Giderek artan sayıdaki toksikolog tarafından desteklenen hayvan hakları grupları, testlerin genellikle eksik ve yanıltıcı bilgi sunduğunu ve yararlı olsalar bile çok sayıda hayvan kullanıldığını savundu. }}Hayvan testleri hakkındaki bu kampanyalar, hastaneleri, devlet laboratuvarlarını, üniversiteleri hayvanlar üzerinde testin alternatiflerini kullanmaya ve hayvanların testlerde kullanıldığı durumlarda gereksiz yere istismar edilmemeleri için inceleme kurulları oluşturmaya zorladı.
1980’lerde ise yönünü çiftlik hayvanlarının refahına çevirdi. Amerika Birleşik Devletleri Tarım Bakanlığı’na baskı oluşturarak sığırların yüzlerinin kızgın demirlerle işaretlenmesi ve bilinçli sığırların mezbahalarda tek bacaklarından havaya kaldırılarak kesimi beklemesi uygulamalarına son verilmesini sağladı. Spira’nın kampanyaları, kozmetik testlerini ve çiftlik hayvanlarına yönelik zulmü siyasi gündeme getirdi. Kampanyaları, Amerikan hayvan hakları hareketinin, insanların hayvanlara çektirdiği ıstırabı azaltan ilk büyük başarılarıydı. Henry Spira için yaşamı anlamlı kılmanın yolu dünyadaki acıyı azaltmaktı. Bunun için de hayatını çaba sarf etmeye değecek şeyler yaparak geçirdi.
HAYVAN HAKLARININ ÖNDE GELEN FİLOZOFU PETER SINGER
Singer, 45 yıl evvel “Animal Liberation” adlı kitabını yayımladı. Öne sürdüğü argümanlar, hayvanların acı hissedebildiği; onlara gereksiz acı çektirmenin ahlaken yanlış olduğu; ve nihayetinde biz insanların tarım ile gıda sistemlerimizi tekrar gözden geçirmemiz gerektiği gibi bugünlerde pek çok tüketicinin duyacağı şeylerdir. Fakat, Peter Singer’ın yaklaşımı oldukça sıra dışıydı.
Hiç şüphesiz pek çok hayvan hakları savunucusu grup mevcuttu, fakat bu kuruluşlar büyük çiftlik organizasyonlarında var olan çiftlik hayvanlarının durumlarından ziyade (bu duruma odaklanan pek kuruluş yoktu), terk edilmiş kedi ve köpekler gibi evcil hayvanların yaşadıkları kötü durumlara odaklanma hassasiyetini gösteriyordu. 1999 yılında New Yorker’da, gazeteci Michael Specter, Peter Singer’ın “hayvan hakları hareketini başlatan kişi” olduğunu yazdı.
Aktivist Ingird Newkirk ise Singer’ın kitabı için; “Bu metin felsefi bir bomba. O, hayvanlara karşı davranışlarımız ile ilgili tartışmaların yönünü sonsuza kadar değiştirdi: Ben de dahil olmak üzere insanların yediğimiz ve giydiğimiz şeyler ile hayvanları duyumsama biçimimizi değiştirdi.” diyordu. Daha yalın bir şekilde ifade etmek gerekirse, hayvan hakları hareketi eğer Peter Singer ve onun kitabı olmasaydı, günümüzdeki olduğu konumda olmazdı.
SINGER, HENRY SPIRA’NIN ÖLÜMÜNÜN ARDINDAN ŞU MAKALEYİ KALEME ALDI;
“Dünyanın en etkin hayvan hakları aktivistinin ölümü, aşırı doz alan bir rockçının ölümü kadar ilgi uyandırmadı.” Henry Spira’nın 13 Eylül [1998] tarihindeki ölümü, New York Times’taki üç sütunluk ölüm ilanı dışında basında hiç yer almadı. Oysa onun hayatı yalnızca modern hayvan hareketi üzerine değil, tek bir kişinin modern dünyada nasıl bir şeyleri değiştirebileceği üzerine de bize çok önemli şeyler öğretiyor.
Bu hayatta, ayrıca, dine ya da bizim üzerimizdeki herhangi bir güce inanmaksızın hayatımızda bir anlam bulabilmenin yollarını da görüyoruz. Henry’yle 1973’te tanıştım; New York Üniversitesi’nde, okul dışından kişilere yönelik olarak açtığım bir derse o da katılmıştı. Dersi açmamın amacı, o sıralarda yazmakta olduğum Hayvan Özgürleşmesi adlı kitabın taslağı üzerine insanların ne düşündüklerini öğrenmekti. Yirmi kadar öğrenci katıldı; bunlardan bazıları çeşitli şekillerde hayvanlar için çalışıyorlardı.
Derslerin büyük bölümünü tartışmaya ayırdığımız için hepimiz birbirimizi yakından tanıma fırsatı bulduk. Öğrencilerden biri tipik “hayvansever” kalıbına hiç uymuyordu. Elbiseleri buruş buruş, saçı başı dağınık bir adamdı. Konuşma tarzı o kadar yalın ve dolaysızdı ki, insan bazen karşısında gangster filmlerinden fırlamış bir kişi olduğu duygusuna kapılıyordu. Ama kafasındakileri böylesine dolambaçsız bir şekilde ifade etmesi bir yandan hoşuma da gidiyordu. Sonradan öğrendim ki bu aksan, ticari gemilerde çalıştığı McCarthy döneminden kalmaydı.
Solcu olduğu için gemilerde güvenliği tehdit ettiği düşünülmüş, bunun üzerine o da işçi olarak New Jersey’deki General Motors fabrikasına girmişti. Siyahların sivil hakları için Güney eyaletlerinde düzenlenen protestolara katılmış, Castro devriminin ilk heyecanının yaşandığı günlerde Küba’ya gitmişti. Benim dersime katıldığı sıralarda 45 yaşındaydı ve New York’un bir gettosunda lise öğrencilerine ders veriyordu. Peki nasıl olmuş da benim sınıfıma gelmişti? Benim hayvan özgürleşmesi konusunda yazdığım bir makaleyi okumuştu ve bunun hayatı boyunca yapmakta olduğu şeyin, yani ezilenlere, zayıflara, sömürülenlere yardım etmenin doğal bir sonucu olduğunu fark etmişti.
Laboratuvarda üzerinde deney yapılan bir sıçandan ya da sınai tavuk çiftliklerinde kafes bataryalarında tutulan bir tavuktan daha acımasızca sömürülen bir canlı olamayacağını düşünmüştü. Dersleri ilginç buldu ve dersler bitince onun için bu konu kapanmış olmadı. Ona göre bilgi sırf bilgilenmiş olmak için edinilen bir şey değildi. Bir yerde bir yanlışlıkla karşılaşınca “Bunu düzeltmek için ne yapabilirim?” diye düşünmeliydiniz. Son dersin sonunda ayağa kalktı ve diğer öğrencilere toplantılara devam etmek isteyip istemediklerini sordu. Ama artık felsefe tartışmaları yapmayacak, bu konuda bir şeyler yapmanın mümkün olup olmadığını tartışacaklardı.
Kısa bir süre sonra New York’tan ayrıldım ve Melbourne’e döndüm. Pazar akşamları geç bir saatte telefonum çaldığında daha açmadan arayanın Henry olduğunu biliyordum. Bana kampanyalarının gelişimi üzerine bilgi veriyor ve geleceğe yönelik planları konusunda fikrimi soruyordu. İşin ilginç yanı, kampanyalarında gerçekten gelişme kaydediliyor olmasıydı. Canlı hayvan deneyleriyle mücadele eden hareket, yüz yılı aşkın süredir propaganda yapıyor, hayvanlar üzerinde yürütülen korkunç deneyler konusunda kamuoyuna bilgi veriyordu. Ama bu süre zarfında deneylerde kullanılan hayvan sayısı birkaç yüzden otuz milyona çıkmıştı.
Amerika’daki hareket, bu kadar uzun bir süre boyunca tek bir deneyi bile durdurmayı başaramadı. Henry ise iki yıl içinde bu durumu değiştirdi. İlk kampanyasında hedefi titizlikle seçti ve Amerika Doğa Tarihi Müzesi’nde duyusal yoksunluğun kedilerin cinsel hayatları üzerindeki etkilerini incelemek üzere hayvanların sakat bırakıldığı garip bir deney dizisini durdurmayı amaçladı. Kampanya tam bir başarıya ulaştı ve deneylerin yürütüldüğü laboratuvar tamamen kapatıldı. Henry bir süreliğine altmış tavşan üzerinde yürütülen bir deney dizisini durdurmak için çalıştıktan sonra hemen daha büyük hedeflere yöneldi.
Kozmetik ürünlerinin göze zarar verme potansiyelinin tavşanlar üzerinde test edilmesi konusunda Revlon’la mücadeleye girişti ve onları alternatif yöntemler araştırmak için 750 bin dolarlık bir kaynak ayırmaya ikna edecek düzeyde bir baskı oluşturmayı başardı. Revlon’un bir halkla ilişkiler faciasını son anda atlattığını gören Avon, Bristol-Myers ve Amerika’daki diğer büyük kozmetik şirketleri de hemen benzer kararlar aldılar. Araştırmaların sonuç vermesi on yılı bulduysa da, çok büyük ölçüde Henry’nin çalışmaları sayesinde, artık çoğu kozmetik şirketi ürünlerinin hayvanlar üzerinde test edilmediğini açıklarken yalan söylemiyor.
Henry, on yıl boyunca laboratuvar hayvanlarının acılarını azaltmak için çalışıp herkesten daha büyük bir başarı kaydettikten sonra, insanların hayvanlara en çok acı çektirdiği alanda bir şeyler yapması gerektiğine karar verdi. ABD’de deneylerde kullanılan hayvanların sayısı on milyonları bulmakla beraber, gıda üretimi için kullanılan hayvanların sayısı milyarlarla ifade ediliyor. Günümüzde uygulanan, hayvanların dar yerlere kapatılması esasına dayalı yoğun hayvancılık yöntemlerinin çevre ve kamu sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri de çok büyüktür. Bu nedenle Henry, hayatının son on yılında çabalarını çiftlik hayvanlarına yoğunlaştırdı. En uzak görüşlü girişimlerinden biri de, Johns Hopkins Üniversitesi’nin prestijli Kamu Sağlığı Fakültesi’nde Yaşanabilir Bir Gelecek Merkezi’nin kurulmasını sağlaması oldu.
Merkez, yoğun hayvancılığın kamu sağlığı, çevre ve hayvan refahı açısından yarattığı sorunlarla ilgilenen insanları bir araya getirecek ve gelişmekte olan ülkelerde de bu sorunların öğrenilmesine katkıda bulunacak. Gelişmiş ülkelerin yüksek miktarda hayvansal ürün içeren diyetleri sorgulamaya başladığı bir dönemde, gelişmekte olan ülkelerin hayvan üretimlerinde bu azalmayı kat kat aşan oranlarda artışa gitmesi çok ilginç bir durum.
Genellikle modern toplumun bireylerin bir şeyleri değiştirmesine imkân tanımayacak kadar büyük ve karmaşık olduğunu varsayarız; sadece olağanüstü servete ya da büyük kuruluşların başına geçecek şansa sahip insanların bir şeyleri değiştirebileceklerini düşünürüz. Günümüzde, yıllık kârları milyarlarca doları bulan ve çok büyük reklam bütçeleri olan çokuluslu şirketler, kamuoyu üzerinde muazzam bir güce sahipler. Gönüllülerden oluşan küçük dernekler nasıl olur da bu şirketlerle boy ölçüşebilir? (Ki bazılarının, örneğin Henry’nin Uluslararası Hayvan Hakları Örgütü’nün toplam yıllık bütçesi, dev şirketlerin orta kademedeki tek bir yöneticilerine ödediği maaşı bile bulmuyor.) Tek bir birey nasıl olur da önemli bir değişiklik yaratabilir? Ama Henry, dev bir şirketin servetine ya da yöneticiliğine ihtiyaç duymadan da -Davut-Calut hikâyelerinin yalnızca bir tanesini örnek göstermek gerekirse- Revlon’u dize getirmeyi başardı. Zayıf ve ezilmişler adına çalışarak geçirdiği kırk yıl boyunca gelişen sezgilerini kullandı, başka deneyimlerde hangi stratejilerin başarılı olabildiğini öğrendi ve bunları denedi.
Bu tür bilgiler sahibini güçlü kılar ve başka kişilere de aktarılabilir. Bu kişiler de bu bilgileri aynı şekilde kullanabilir, daha da geliştirebilir ya da içinde bulundukları duruma uyarlayabilir. Yani Henry’nin yaşamı, dünyadaki acıyı azaltmakta etkili oldu. Henry için yaşamını anlamlı kılmanın yolu buydu. Ölürken dönüp yaşamına baktığında memnuniyet ve tatmin duyabilirdi ve duydu da; çünkü yaşamını hem ilginç hem de çaba sarf etmeye değecek şeyler yaparak geçirmişti. Henry’nin yaşamını nasıl anlamlı kıldığını anlatmanın en iyi yolu, sanırım onun yaşamı ve yaptıkları üzerine bir kitap yazma sürecimin gelişimini anlatmak olacak.
1990 yılında Henry’ye bir gün onunla oturup tüm kampanyalarını incelemek istediğimi söyledim; böylece herkes hangi yöntemlerin işe yaradığını, hangilerinin yaramadığını görecekti. Ama beş yıl boyunca başka işlerden kafamı kaldırıp bu işe vakit ayıramadım. Nisan 1996’da Yeşiller Partisi adayı olarak senatoya girme girişimim başarısızlıkla sonuçlanınca, bu işi tekrar ele alma fırsatı buldum. Bir yurtdışı gezisi yapmayı, mayıs ayını Avrupa’da seminerlere katılarak geçirmeyi, haziran sonunda da Washington’daki Hayvan Hakları Yürüyüşüne katılmayı planladım. 21 Nisanda Henry’ye bir faks gönderip senatoya giremediğimi söyledim ve “Hayatımın geri kalan kısmında ne yapacağımı düşünmeye başladım.
Önümüzdeki iki üç yılı senin hakkında bir kitap yazarak geçirmek de seçeneklerden biri,” dedim. Haziranda, Washington’a gitmeden önce onun yanında birkaç gün geçirip bu projeyi konuşmak istediğimi belirttim. O akşam telefonum çaldı:“Peter, sen misin?”“Nasılsın Henry?” diye sordum. “Açıkçası hiç de iyi değilim.”“Neden? Ne oldu?” “Bende derece 3 özofagus adenokarsinomu varmış.”“Bu ne anlama geliyor?”“Şöyle söyleyeyim: Yakalanacağın kanseri seçme fırsatın olsa bunu tercih etmezdin.” Ne söyleyeceğimi bilemedim. Henry, kitabı yazmamı gerçekten istediğini, ama Haziran sonunda hâlâ hayatta olup olmayacağını bilmediğini söyledi. Ona kemoterapi ve radyoterapi yaptırması önerilmişti, ama doktor bu tedavilerin bir işe yarayabileceğini düşündürecek bir istatistik gösterememişti. Henry de tedaviyi reddetmişti. Durumu fenalaşırsa, ölümünü geciktirmek yerine hızlandıracak bir doktor arayacaktı. Daha erken, daha doğrusu mümkün olduğunca kısa bir süre içinde yanına gelip gelemeyeceğimi sordu. Altı gün sonra New York’taydım. Henry çok zayıflamıştı ve o alıştığım enerji dolu halini kaybetmişti. Bir buçuk ay önce yemek borusunun büyük bir kısmı ve midesinin yemek borusuna yakın kısımları alınmıştı.
Ameliyattan sonra gücünü toparlayamamıştı ve herhangi bir şey yemekte zorlanıyordu. İyileşme umudu da yok gibiydi: Kanser yayılma eğilimi gösteriyordu ve patoloji raporuna göre lenf bezlerinin bir kısmına da sıçramıştı. En fazla birkaç ay yaşaması bekleniyordu. Buna rağmen bana çalışma yöntemleri hakkında hemen her şeyi anlattı ve evinin neredeyse tüm duvarlarını kaplayan rafları dolduran dosyalar hakkında da bilgi verdi. Hatta video kamerayla biraz çekim de yaptık. Bu çekimler sonradan Henry: Bir İnsanın Yolu adlı belgeselde kullanıldı ve belgesel SBS-TV’de ve ABD’deki çeşitli sinema ve video festivallerinde gösterildi. Bu dönemde Henry’nin en ilginç özelliği, hiçbir mutsuzluk belirtisi göstermemesiydi. İyi bir hayat yaşadığını, yapmak istediklerini yaptığını ve bundan büyük bir zevk aldığını söyledi. Mutsuz olmak için bir sebep göremiyordu. Kanserle ilgili asıl endişesi yavaş yavaş ve çok acı çekerek ölmekti. Onda kaldığım günlerde bir doktora gitti ve eve -ağrı kesici adı altında verilen- bir kutu hapla döndü. Evinde bulundurduğu kodekse baktık. Şişede ölümcül dozun yaklaşık dört katı vardı. Henry çok rahatladı; tek endişesinden kurtulmuştu. Yakında ölecek olmaktan dolayı herhangi bir üzüntü yaşıyor gibi görünmüyordu. Doktorlarının tahmin ettiği tarihte ölmedi. Haziran 1996’da Avrupa’daki işimi bitirip Hayvan Hakları Yürüyüşü için ABD’ye döndüğümde, nisan sonundaki halinden çok daha sağlıklı görünüyordu. Onu tanıyan ve hayatının çeşitli aşamalarında onunla çalışmış olan birçok kişiyle röportaj yapmamı sağladı. İki yıl daha çiftlik hayvanları için çalışmaya devam etti, kitap için bana malzeme sağladı, sorularıma cevap verdi ve yazdıklarımı gözden geçirdi.
Kitabı ilk yazmaya başladığımda, Henry’nin onun ilk taslağını bile göremeyeceğini düşünmüştüm; ama o Etiğin Eyleme Dönüşmesi: Henry Spira ve Hayvan Hakları Hareketi’ni New York’taki bir kitapçının raflarında görecek kadar yaşadı. Bir hafta sonra da öldü. İyi bir yaşam sürmüş olmanın bir göstergesi de, ölümü kabullenebilmek ve hayatınız boyunca yaptıklarınızdan dolayı bir tatmin duygusu yaşamaktır. Henry, çoğumuzun iyi bir yaşam için vazgeçilmez olduğunu düşündüğü birçok şeyden yoksundu. Hiç evlenmedi ya da uzun süreli bir beraberliği olmadı. Hiç çocuğu olmadı. Babası ve bir kız kardeşi intihar etti, annesi hayatının büyük bir bölümünü akıl hastası olarak geçirdi. Ailesinin hayatta kalan tek ferdi olan Rene’yle de yakın değildi. Kirada oturduğu dairesi, merkezî bir yerde ve geniş olmakla birlikte konforlu bir ev değildi. Hiç konsere, tiyatroya, pahalı restoranlara gitmezdi. Hayatının son 20 yılında hiç tatile çıkmadı. Ama yaklaşan ölümünü düşünürken hayatını nasıl yaşadığı üzerine hiçbir pişmanlık duymamayı başardı.
HAYVAN HAKLARI TARİHİNDE UFAK BİR GEZİNTİ
Tüm dünyaca kutlanan en umut dolu günlerden biri 4 Ekim Hayvanları Koruma Günü. Sokaklardaki, doğadaki ve evlerimizdeki dostlarımızı anımsadığımız ve onların haklarını güvenceye aldığımız bir gelecek inşa etmenin sözünü verdiğimiz bu özel günün tarihinde ufak bir gezintiye çıkalım birlikte... Dünyadaki ilk “Hayvanları Koruma Derneği” 1825 yılında İngilizler tarafından kuruldu. Bu ilk adımı, pek çok ülke takip etti ve daha sonrasında dünyanın farklı yerlerindeki bu dernekler 1929 yılında 4 Ekim gününü “Hayvanları Koruma Günü” ilan ettiler. Ancak bu özel gün ilan edildiğinde, hayvan hakları diye bir şeyden söz etmek henüz mümkün değildi. Öyle ki 14 maddeden oluşan Hayvan Hakları Evrensel Bildirisi’nin ortaya çıkmasına daha onyıllar vardı... Hayvanların temel haklarının güvenceye alındığı bildiri ancak 1978 yılına gelindiğinde UNESCO tarafından ilan edildi. 4 Ekim’i kutlarken, bu özel güne dair bazı şaşırtıcı bilgileri sizler için derledik...
1. İlk Dünya Hayvanları Koruma Günü 24 Mart 1925 yılında, Berlin’deki Spor Sarayı’nda kutlandı. “Neden 4 Ekim’de kutlanmadı?” diye sorabilirsiniz... O tarihte Spor Sarayı müsait değilmiş. Bu etkinlik ilk kez 1929 yılında 4 Ekim’de gerçekleşebildi. Bu kutlamanın ardındaki ismi de anmadan geçmeyelim: 5000’den fazla kişinin katılımıyla gerçekleşen ilk etkinliği düzenleyen kişi, yazar ve hayvan hakları aktivisti Heinrich Zimmermann’dı.
2. Peki, neden 4 Ekim? Bu gün, ekoloji ve hayvanların azizi olarak kabul edilen Aziz Francis’in günü olduğu için; Hayvanları Koruma Günü olarak ilan edilmiş.
3. “Bu gün nasıl ilan edildi?” diye soracak olursanız... Başlangıçta Almanya, Avusturya, İsviçre ve Çekoslavakya’da kutlanan gün, 1931 yılının Mayıs ayında Floransa’da gerçekleşen Hayvanları Koruma Konferansı’nda Zimmermann’ın önerisi üzerine katılımcılar tarafından uluslararası bir gün olarak kabul edildi.
4. Dünyanın dört bir tarafında Hayvanları Koruma Günü’nde, her yıl 1000’den fazla etkinlik gerçekleşiyor. Bu etkinliklerin amacı ise çoğu zaman farkındalık yaratmak çünkü hayvanları koruma konusunda kat edilmesi gereken çok uzun yollar var hâlâ.
HAYVANLARIN KARŞI KARŞIYA KALDIĞI EN BÜYÜK TEHLİKELER;
Haberlerde, sosyal medyada veya arkadaş sohbetlerinde mutlaka denk geldiğimiz bir konu var: Terk edilen ev hayvanları. ABD’de her yıl ortalama 6,5 milyon ev hayvanı terk edilerek barınaklara gönderiliyor. Çocukken Jaws filmini izleyenlerin korkulu rüyasıdır köpek balıkları. Belki siz de denizde yüzerken o korkuyu aniden içinde hissedenlerdensinizdir. Oysa verilere bakılırsa köpek balıklarının insanlardan korkması gerekiyor!
Florida Müzesi’nin Uluslararası Köpek Balığı Saldırısı Kayıtları’na göre köpek balıkları her yıl 6 insanı öldürürken, insanlar her yıl 100 milyon köpek balığı öldürüyor. Japonya’da her yıl 300’den fazla minke balinası avlanıyor. Norveç ve İzlanda da balinaların avlanmasına izin veriyor. Tıbbi ürün ve kozmetik sektöründe hayvanlar üzerinde test hala çok yaygın. İklim krizi insanları etkilediği kadar hayvanları da etkiliyor. Özellikle kutup ayıları, gergedanlar, filler ve kaplanlar değişen iklim koşullarında çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıya... Yağmur Ormanları’nın palm yağı için yok edilmesi ise hayvanları tehdit eden bir başka sorun. Bu alanlar orangutanların yuvası. Bu ormanların yok edilmesi orangutanların evsiz kalması anlamına geliyor.
Türkiye bu tablonun neresinde? Türkiye’de geçerli olan hayvanları korumaya yönelik uluslararası düzenleme, Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi’dir. Türkiye bu sözleşmeyi, 18 Kasım 1999 tarihinde imzaladı, 28 Kasım 2003 tarihinde ise onayladı. Hayvan hakları konusunda Türkiye’de de hala kat edilmesi gereken epey bir yol olsa da hak savunucuları geride bıraktığımız yıllar içinde hayvanların güvenliğini ve esenliğini korumak adına pek çok kazanım elde etti. Bu kazanımları anımsamak bu özel günde hepimize umut verebilir... Hayvanlara karşı işlenen suçlar TCK kapsamına alındı. 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda 2021 yılında yapılan değişiklik hayvan hakları açısından çok büyük bir öneme sahip. Neden mi? Çünkü bundan önce hayvanlara yönelik işlenen suçlar Kabahatler Kanunu kapsamında yer alıyordu. Bir hayvana zarar veren kişiler kaymakamlığın kestiği idari para cezasından başka hiçbir yaptırımla karşılaşmıyordu. Türk Ceza Kanunu kapsamına alınmasıyla bu durum tamamen değişti. Artık hayvanlara yönelik işlenen suçların çok daha ciddi yaptırımları var.
Hayvanlara yönelik işlenen suçların TCK kapsamına alınmasına harika bir adım, ancak ne yazık ki kanunda hala korunmayan hayvanlar var. Mesela hayvanat bahçelerinde esir hayatı yaşayan hayvanlar, yunus parklarındaki yunuslar... Bunun yanı sıra yasada avla ilgili ve hayvanlar üzerinde deney yapılmasıyla ilgili de bir düzenleme bulunmuyor. Hayvan hakları savunucuları yasanın tüm hayvanları kapsayacak şekilde düzenlenmesi gerektiğini dile getiriyor. Adalardaki atlı faytonların yerini elektrikli arabalar aldı. İstanbul’da güneşli günlerin tadını en çok çıkardığımız yerlerden biri Adalar. Ve bu güneşli günlerin en tanıdık manzaralarından biri de atların çektiği nostaljik faytonlardı. Süslü arabalar ve güzel mi güzel atları gördüğümüzde çoğumuzun aklına belki asla gelmeyen bir dram yaşanıyordu aslında bu manzaranın perde arkasında.
Uzun saatler çalışan atlar sıcaktan ve yorgunluktan fenalaşıp hayatını kaybedebiliyordu. İşte bu yüzden hayvan hakları savunucularının yıllardır gündeminde olan bir konuydu. Nihayet 2020 yılında bu konu çözüme kavuştu. Adadaki atlı faytonların yerini çevre dostu elektrikli araçlar aldı. Şimdi ada gezilerimizin tadını gönül rahatlığıyla çıkarabiliriz! Pet shop’larda hayvan satışı yasaklandı. AVM’lerde veya mahallemizdeki pet shop’ların vitrininde küçücük alanlada tutulan o sevimli kedileri, köpekleri, kuşları hepimiz görmüşüzdür. İç acıtan bu görüntüler 14 Temmuz 2022 tarihi itibarıyla son buldu. Artık pet shop’larda hayvan satışı yapılmıyor, ancak internette katalog üzerinden satış devam ediyor. Bu olumlu bir adım olsa da aslında sorunu ne yazık ki tamamen ortadan kaldırmıyor. Hayvan hakları savunucuları gözlerden uzak bir yerde tutulan hayvanların yaşam koşullarından ötürü endişeli. İşte bu yüzden, bu olumlu kazanımı yalnızca bir başlangıç olarak görüp hayvan satışının tamamen yasaklanması gerektiğini savunuyor hayvan hakları aktivistleri.
4 Ekim Hayvanları Koruma Günü’nde ülkemizde ve dünyadaki genel tabloya baktığımızda üzücü durumlar olsa da, gün geçtikçe umut veren gelişmeler de yaşanıyor. Ayrıca bu özel günü ilan eden, hayvanları seven ve onların haklarını korumaya çalışan çok büyük bir kalabalık var dünyada. Bu kalabalık sayesinde ufak adımlarla da olsa güzel bir geleceğe doğru ilerlediğimizi görebiliriz. Hayvan hakları ihlallerinin tamamen ortadan kalktığı bir 4 Ekim’i en kısa sürede görebilmek ümidiyle...
HER CANLININ YAŞAMA HAKKI VARDIR
Vahşi hayvanların da yaşama hakkına ve kendi doğal çevrelerinde özgürce üreme hakkına sahip olduğu gibi hayvan haklarına ilişkin temel ilkeleri ortaya koymaktadır. Birleşmiş Milletlerin 20 Aralık 2013 tarihinde düzenlenen 68’inci Genel Kurulunda yeryüzünü paylaştığımız yabani hayvan ve bitki türlerinin korunması konusunda farkındalığı artırmak amacıyla 3 Mart’ın Dünya Yaban Hayatı Günü ilan edilmesine karar verildi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 3 Mart’ı Dünya Yaban Hayatı Günü ilan etti. Aynı ekolojiyi paylaştığımız dağda, ormanda, suda yaşayan canlıların günü..! Dünyamızda var olan canlı türlerinin yok oluşuna dikkat çekmek , korumak ve farkındalık yaratmak için 2014 yılında ilk defa kutlandı..
Yaban hayatının varlığını sürdürmeye çalıştığı yer dağlar ormanlar. Buralar onların dünyası. Yaşam alanı. Domuzun, sincabın karıncanın, kurdun, kuşun evi. Biz ise onların evlerini başına yıkıyoruz. Bilinçsizce, acımasızca yapılan avcılık, vahşi madencilik ve plansız enerji sektörü yatırımları doğayı ile katlediyoruz. Istrancaların ortasında ormanın içinde kurulan RES (Rüzgar Enerji Santralleri) ve orman derinliklerinde gördüğümüz “dikkat kamyon çıkar” “dikkat iş makinesi çıkar” gördüğümüz tabelalara rastlıyoruz. Yaban hayatı sahipsiz. Sermayesi yok. Söz hakkı yok. Basını yok.. TV si yok.
İnsanoğlunun doymak bilmeyen aç gözlülüğü, vicdansızlığı onları güçsüz bırakıyor. Yaşam alanlarını savunacak güçleri yok. Günlük çıkarlar uğruna yok ettiğimiz yaban hayatının mensuplarını sirklerde, akvaryumlarda ve hayvanat bahçelerinde görebiliyoruz.. Ne yazık ki, Onlar eziyet çekerken, keyifle izlemeye devam ediyoruz. Bir anlık empati yapalım. Biz kafeste onlar tribünde. Oldukça iç acıtıcı değil mi..?
Bulgaristan sınırına AB mülteci göçünü önlemek için 4-5 metrelik jiletli-dikenli teller çekti. AB kendi sınırlarının güvenliği için diyor. Ancak, yaban hayvanları binlerce yıldır üremek, kış uykusuna yatmak, beslenmek, su içmek ve yaşamak için kullandıkları güzergah bir anda kapatıldı. Karşıya gidemeyenlerin feleği şaştı. Sözde insan ve hayvan haklarını savunan Avrupa, Istrancalar’da ki doğal yaşamı yok saydı. Mülteciler bir şekilde geçmek için yol buluyor. Ya yaban hayvanları..? Doğal yaşamın ortasına AB tarafından finanse edilerek yapılan öldürücü bariyer karadaki yaban hayatını yok ediyor. Öldürüyor. AB bunu yaparken biz ne yaptık..? Istrancalar tüm Palaearktik bölgenin ana kuş darboğazlarının üzerindedir.. Bu nedenle, bölgede rüzgâr santralleri inşa edilmesinin tüm biyocoğrafya bölgesindeki avifaunayı çok ciddi olarak etkileyerek olumsuz sonuçlar doğuracağı bilimsel raporlar ile sabit iken, Onlarca kurulan, yüzlerce planlanan RES var. Gidişat böyle devam ederse, kuşlara uçacak gökyüzü, konacak dal kalmayacak. Karada yaşayanların yaşam alanları da her geçen gün daralıyor.. Ne havada, ne karada yaşama şansı bırakmadığımız yaban hayatı gününü kutlamaktansa, Bir an önce onları korumak ve yaşatmak için gerekeni yapmak, insan olmanın gereğidir. Bilim insanlarınca yapılan değerlendirme de; Son yıllardaki düzensiz göçmen sorunu ülke ya da ülkelerin sorunu değil bütün insanlığın sorunudur.
Bu sorunu insani olmayan yöntemlerle (örneğin ülkeler birbirlerinin sınırına yüksek duvarlar, jiletli dikenli teller) çözmeye çalıştıklarında bunun diğer hayvan popülasyonlarına yansıması acımasız ve geri dönüşümsüz olabilmektedir. Bir hayvanın veya hayvan grubunun yiyecek veya eş aramak için düzenli olarak üzerinde seyahat ettiği ve komşu hayvanlar veya aynı türden gruplarla örtüşebilecek bir yaşam alanı (home range) vardır. Hayvanlar bu alanı binlerce yüzbinlerce yıldır kullanmaktadır ve bu alandaki davranışlarını hareketlerini çoğunlukla içgüdüsel (instinct) olarak gerçekleştirirler, yani gen kontrollüdür. Bu alanlardaki insani faaliyetleri (yollar, otobanlar, yerleşim yerleri, sanayi aktiviteleri, ülke sınırlarını çizme-koruma amaçlı dikenli – jiletli teller, yüksek duvarlar v.b.) maalesef hayvanların yapmak zorunda oldukları bu hareketleri engeller. Sonuçta otobanlarda ezilmeler, yerleşim alanlarında, sınır boylarında yaralanmalar-ölmeler gerçekleşmektedir. Hayvanların hiçbir suçu yokken insanların bu faaliyetleri maalesef habitatlarını parçalayarak onların beslenme ve üreme faaliyetlerine zarar vermekte, o hayvan türünün popülasyonlarının izole olmasına dolayısıyla iç döllenmenin (inbreeding) artmasına ve sonuç olarak genetic çeşitlilikte azalmaya yol açarak popülasyonlarının azalıp yok olmalarına neden olmaktadır. Son yıllarda bunu engellemek için çeşitli yöntemler uygulanmaya başlanmış ve ekolojik koridor - yeşilkoridor – yaban yaşamı koridoru gibi insani faaliyetleri veya yapıları ile ayrılmış yaban hayatı popülasyonlarını birbirine bağlayan habitat alanları oluşturulmaya çalışılmakta, böylece o alanlardaki hayvan popülasyonlarının korunması amaçlanmaktadır. Türkiye - Bulgaristan sınır hattı boyunca hayvanların izledikleri rotalar ortaya çıkarılırken aktif geçiş rotalarında bu şekilde yaban yaşamı koridoru - yeşil koridor ya da ekolojik koridorlar yapılması biyoçeşitliliğimizi korumak açısından önemli bir adım olacaktır.
EKOLOJİ BİRLİĞİ: YAŞANABİLİR BİR DÜNYA İÇİN YAŞAM HAKKINA SAYGI VE ADALET
Konu ile ilgili Ekoloji Birliği’nin çağrısı, birlik içinde oluşturulmasına başlanan gençlik yapılanması içindeki gençlerden geldi. Gençler çevrimiçi toplantıyla hazırladıkları bir video çekimiyle TBMM’ye seslenirken, doğuştan gelen haklarıyla birlikte hayvanları “mal” statüsünden çıkartarak “can” gözüyle bakılabilmesi ve hayvanların yaşam hakkı için TBMM’de Hayvan Hakları Yasası konusundaki yasal düzenlemelere başlanması talep edildi. Hayvanların da “yaşam hakkı”na saygı temelinde bir anlayışla hukuksal olarak “can” statüsünün kazandırılması istenen çağrıda, doğanın yasalarının insan tarafından kendisini tek merkeze koyacak şekilde değiştirilemeyeceğini, doğa tüm canlılara yaşam hakkı verirken, insan merkezli tutumun doğadaki canlılar arasında kendisi dışındaki canlılara yaşam hakkı tanımaması gibi bir sonuca doğru sürüklendiği vurgusu yapıldı. Yapılan açıklamada “Adalet ve yaşam hakkı sadece bir türe özgü olamaz, adil bir hayvan hakları yasası istiyoruz” sözleri yer aldı.
YAŞAM İÇİN YASA İNSİYATİFİ: HAYVANLAR İÇİN ADALETLİ BİR YASA BEKLİYORUZ
Öte yandan TBMM’ye bir çağrı da geçtiğimiz günlerde oluşturulmaya başlanan “Yaşam İçin Yasa İnisiyatifi” tarafından yapıldı. “Hayvanlar için adaletli bir yasa bekliyoruz” diyen Yaşam İçin Yasa İnsiyatifi, konu ile ilgili bir basın açıklaması ile taleplerini kamuoyu ile paylaşırken, bir de kampanya başlattı. İnisiyatif, düzenlediği çevrimiçi basın toplantısında yaptığı açıklamada, yasada yer verilmesi istenen talepleri kamuoyuyla paylaştı ve kampanyaya tüm ülkedeki hayvan dostlarının desteğini istedi. Yaşam hakkının siyasetler üstü bir hak olduğu ifade edilen açıklamada, mevcut yasanın hayvanların yaşam hakkını korumaktan uzak olduğu ve İnisiyatif’in taleplerinin bu yasal yetersizliğin artık kesin olarak giderilmesi çizgisinde oluşturulduğu ifade edildi. Yaşam İçin Yasa İnsiyatifi, 2019’da hayatını kaybeden hayvan hakları aktivisti Burak Özgüner‘in annesi Eray Özgüner‘in çağrısıyla bir araya gelen birçok kurumun desteğiyle oluştu. Burak Özgüner’in annesi Eray Özgüner’in çağrısıyla bir araya gelen; ülke genelinde hayvan hakları, ekoloji, kadın hakları, LGBTİ+ hakları, cinsel şiddetin önlenmesi, insan hakları, engelli hakları, toplum sağlığı, çocuk ve yaşlı hakları, alanlarında faaliyet gösteren birçok kurumun desteğiyle oluşan Yaşam İçin Yasa İnisiyatifi, hayvan haklarına ilişkin yasa tasarısıyla ilgili kampanya başlattı.